AHDIM VAR, BU İKİ ANNEYİ BİR GÜN TANIŞTIRACAĞIM
“Yalvardık, ‘Gitme, oğlum!’ diye...
Babasının ilk göz ağrısıydı o. İlk çocuğumuzdu. Ne zorluklarla büyüttük onu. Yoksulduk, paramız yoktu, iç çamaşırı alamazdık. Kendi ellerimle ona iç çamaşırı dikerdim...
Yalvardık, ‘Gitme, oğlum!’ diye... Öfkeli bir kişiliği vardı. Haksızlığa gelemezdi. Erzurum’daki, yatılı bölge okulunda okurken, Kürt olduğu için, aşağılamışlar onu. Dayanamadı, kaçtı okuldan...
‘Anne, göreceksin, bir gün dağa çıkacağım ben; dayanamıyorum bu haksızlıklara; Kürt olduğum için aşağılanmaya dayanamıyorum!’ diyordu...
Başka bir şehirde bitirdi liseyi. Sonra üniversiteyi kazandı, girdi. Tarih okudu oğlum. Resim yapardı. Yazılar yazardı..
Okulu bitirdikten sonra, bir fotoğrafçının yanında işe başladı...
Bir keresinde, üç gün eve gelmedi, merak ettik. Babası çalıştığı yere gidip sordu. Üç gündür işe uğramadığını söylemişler. Bıraktığı elbiselerinin içinde bir mektup bulmuşlar. İyi bir evlat olamadığı için benden özür diliyormuş. Göstermediler o mektubu bana. Toprağa gömmüşler.
Yalvardık, ‘Gitme, oğlum!’ diye. Gitti sonunda... Üç yıl sonra, şehit olduğunu haber verdiler... Bir gözlüğü kaldı geride, bir de şu fotoğrafı...”
Baktı, yıpranmış çantasından oğlu Delil’in çerçeveli fotoğrafını çıkartıp masanın üzerine koydu... Adını sordum. “Evimiz basılıyor her gün ama çok istiyorsan, ‘Barış Annesi,’ diyebilirsin bana,” dedi...
Belki benden gençti. Belki bir iki yaş daha büyük. Ama ondan ve anlattıklarından bana öyle büyük, öyle derin, öyle ulaşılmaz bir acı geçiyordu ki utanıyordum hayatımdan; utanıyordum, keder diye, hüzün diye, yaşadığım anlardan; yazdığım binlerce sayfadan...
Evlerinde diri diri yakılan insanlar... Sonu gelmeyen işkenceler... Ölüm haberleri... Göçler... Sürgünler... Diyarbakır’da cesetlerin atıldığı dere (Nevale Kasaba)... Akla hayale gelmeyen acımasızlıklar... Çatışmada ölen kızlara yapılan tecavüzler...
Utandım ve sustum... Utandım ve sustum... Utandım ve sustum...
Büyük oğlu Delil dağda yaşamını yitirince, yıllardır yaşadıkları şehri terk etmek zorunda kalmışlar... Çünkü evleri artık özel tim tarafından hergün basılmaya ve didik didik aranmaya başlanmış...
Mecburen, İstanbul’a göçmüşler. Geride bıraktıkları evlerine, arazilerine, korucular el koymuş.
Aylarca ev aramışlar İstanbul’da. Kürt olduklarını öğrenen ev sahipleri, onlara ev vermemiş.
Sonunda, güç bela da olsa başlarını sokacak bir ev bulmuşlar. Ama yüreğinde çöreklenen o derin acı yüzünden, evinin balkonundan, bir gün olsun, güneşe, sokağa, hayata bakmamış.
Bir gün olsun, o evin balkonunda komşularıyla çay içememiş... O derin, o tarifsiz, evlat acısı yüzünden...
Birkaç ay sonra, küçük oğlu da tıpkı, abisi, Delil gibi, haber vermeden dağa çıkmış...
Ardından ortanca oğlu askere gitmiş. İsmini, bir de bu yüzden söylemeye çekiniyor. Çekiniyor, oğluna askerde kötü davranmasınlar diye...
Ben sormadan, o söylüyor: “Televizyonlarda şehit cenazelerini, oğullarının tabutlarına kapanıp ağlayan anneleri görünce, yüreğim dayanamıyor,” diyor.
Çünkü yüreğinde evlat sevgisi taşıyan bir anne, sadece kendi çocuğuna değil, bütün çocuklara, çocuklarını yitiren bütün annelere duyarlıdır...
“Ne zaman, o anneleri görsem, oğlum Delil aklıma geliyor. O analara sarılıp ağlamak istiyorum. Evladını kaybeden bilir ancak, bu acıyı,” diyor...
Ama sonra bir şey söylüyor, adına “Barış Annesi” diyen bu acılı kadın, bir şey söylüyor: “Hiç olmazsa,” diyor, “onlar çocuklarını ziyaret edebiliyorlar. Çocuklarının bir mezarı var. Bir çiçek de olsa, götürebiliyorlar. Toprağına sarılabiliyorlar. Oysa benim çocuğumun, çiçek götürebileceğim, toprağını öpüp, ağlayabileceğim bir mezarı bile yok... Oğlumun, ilk göz ağrımın cesedini kuşlar, kurtlar yedi, belki de...”
Bu ülke, işte bana bunu da öğretti... Mezarsız oğulların, mezarsız kızların annelerini, bu annelerin o ulaşılmaz, derin acılarını öğretti... Bu ülke bana, ölü kızlara tecavüz edildiğini öğretti...
Bu ülke, benim acılarımın yüzüne tükürdü. Bu ülke, yaşadığım her şeyin yüzüne tükürdü...
Tutkundu, bu Kürt anası oğluna... Sanki... İlkokulu bile doğru dürüst bitiremeyen bu kadın, ana dili kürtçeden sonra, ona zorla öğretilen Türkçeyle şimdi de oğlunun hayatını yazmaya kalkmıştı... Mezarı dahi olmayan oğlu, Delil’in hayatını...
Şimdilerde, küçük kızı gitmek istiyormuş dağlara... “Aklım onda,” diyor. “Etkilenmesin diye, abilerinden bahsetmiyoruz evde. Bir de onun acısına katlanamam. Kocam zaten bir garip olmuş. Hiç konuşmuyor. Akşam erken yatağa girip yorganı üstüne çekiyor. Hep susuyor...”
Sonra tutamıyor kendini, ağlıyor bu Kürt anası. İp gibi yaşlar dökülüyor, acıların çatlattığı yüzünden...
Dayanamam ben, anaların ağlamasına. Kötü olurum. Tehlikeli olurum. Çünkü anneler ağlarken, her şeyden, bütün kimliklerinden ve coğrafyalarından sıyrılıp birer küçük kız olurlar. Tepeden tırnağa âşık, birer küçük kız...
Çünkü âşık oldukları ve sonra yitirdikleri evlatlarına ağlarsa anneler, silinir, bütün kimlikleri. Anlamını kaybeder, bütün ideolojiler, siyasi düşünceler, politik dengeler...
Silinir, coğrafya. Tarih, silinir...
Geriye çerçeveli bir fotoğraf, fotoğrafta tertemiz bir yüz, hülyalı bakışlar kalır...
Ben böyle bir anne daha görmüştüm. Çok değil, geçen yıl. Şile’de bir eve davet edilmiştim. Orada da bir anne görmüştüm. Tıpkı, Delil’in annesi gibi, oğluna sevdalı bir anne. Orada bir de baba görmüştüm. Oğlunun öldüğüne inanmak istemeyen, bir baba. Oğlunun mezarıyla her sabah konuşan bir baba...
Teselli buysa, onların bir tesellisi vardı. Siirt’in, Eruh ilçesinde mayına basıp, şehit olan oğulları Ümit, evlerinin bahçesinde gömülüydü...
Bu ülkede, teselli, buydu işte: Oğlunun mezarına sahip olabilmekti, tek teselli...
Birgün annesi, bana oğlu Ümit’in odasını gösterdi. Duvara astığı fotoğraflarını... Yazdığı şiirleri... Gitarını... Aldığı ödülleri... O uzun, lüle lüle saçlarını...
Ümit, Kadıköy’ün en sevilen gençlerinden biriydi. Tanıyanlar, bilenler, onun için sadece şunu diyorlardı: “O, fazla iyiydi... Bu dünya, için fazla iyi...” Athena grubundaki müzisyen çocukların eşsiz abisiydi, rock gitaristi Ümit... Ama aşağılık bir mayına basmış, yirmi yaşında parçalanıp ölmüştü işte...
Sabahın erken saatleriydi; yattığım odanın açık kapısından duyuyordum seslerini. Ümit’in babası eşine şöyle fısıldıyordu: “Gittim yanına. İyiydi. O ektiğimiz gül var ya, öyle güzel açmış ki, sorma... Otları biraz temizledim. Çiçekleri suladım. Sonra konuştum onla. İyiydi. Sonra uzun uzun dua ettim... İyiydi...”
Bu ülke bana bunu da öğretti... Evladının mezarıyla konuşan insanları... Bu ülke, benim acılarımın yüzüne tükürdü...
Sonra bu ülke, bana Ümit’in annesini gösterdi... Ve bana, bir annenin yüreğinde derin bir aşk ve derin bir acı, nasıl soylu, nasıl sessiz, nasıl gizli yaşanır, onu öğretti...
Ümit’in annesi, televizyonlara hiç çıkmadı. Aşkını ve acısını asla anlayamayacak insanlara söyleyebilecek bir şeyi yoktu onun... Şehit kanından rant sağlamak isteyen partilerin seçim davetlerine katılmadı. Oğlunun anısını, en gizli, en temiz, en içten yerde sakladı hep. Sevdalı kalbinde...
Ahdım var... Bu iki anneyi birgün tanıştıracağım...
Oğullarına duydukları aşkın, onları sevdalı birer küçük kız yaptığı, bu iki acılı kadını tanıştıracağım.
Birbirlerine hayatlarını anlatacaklar. Çocukluklarını... Düşlerini... Babalarını, annelerini...
Unknown "sinem" Crazy
- 16 years, 4 months, 10 days ago